Çarşamba, Haziran 03, 2015

Almanlara Neden Nazar Değmez ?

Posted by Egemen Atkaya on Çarşamba, Haziran 03, 2015 | No comments




Başarılı olmak için heryerde uyulması gereken kurallar vardır. Başarılı olmak için bir amaç belirlemek, o amaca nasıl ulaşacağını gösteren bir strateji geliştirmek, sonra harekete geçmek, sonuç alıncaya kadar kararlı olmak zorundadır.(Türk Usulu Başarı, Mümin Sekman)
Kültürlere göre başarı kuralları kültürel özelliklere göre farklılık arz eder.
2000 -2008 seneleri arasında Almanya'ya 450 Milyar Dolar yabancı sermaye akışı gerçekleşmiştir. Bu zaman içinde Türkiye'ye gelen yabancı sermaye miktarı yaklaşık 27 Milyar Dolar olup, bunların neredeyse % 80'i özelleştirmeden kaynaklanmıştır. Bu demek oluyor ki, Almanya'ya yapılan yatırım, tamamı sıfır yatırım yani yatırılan her bir Euro'nun istihdam anlamına geldiği bir meblağ olup, Türkiye'ye özelleştirmeler için akan para ise bunun tam tersi yani eksi istihdamdır.
Almanya'ya yatırım yapan kuruluşlar arasında 2008 yılında gerçekleştirilen bir ankette bu şirketlere sorulan soru şudur: "Taşı toprağı pahalı, işçilik ücretlerinn yüksek olduğu bir ülkede neden yatırım yaptınız?"
Anket sonuçlarına göre en çok verilen cevaplar;
  • Ticari ahlakın en yüksek olması,
  • Adaletin sisteminin en düzgün işlediği ülke
  • Vasıfsız işçinin bile en yüksek kaliteyi ürettiği ülke (Made In Germany) olmuştur.
Peki her iki dünya savaşından yenik çıkan bu ülke nasıl oldu da, dünyanın en fazla ihracatı yapan, mühendislik konusunda tartışmasız en iyi ülkesi haline geldi. Bir zamanlar dünyanın en büyük imparatorluğu olan Osmanlı İmparatorluğu üzerine kurulan Türkiye neden yıllardır istenen hamleyi yapamamış ve hala gelişmekte olan ülke konumunda yer almaktadır.
Bunun yanıtını bulmak için hayli geçmişe bakmak gerekir. Önce Alman toplumunu inceleyelim;
Teknolojik ve sosyal yaşantıyı incelediğinizde özellikle 1900’lere gelindiğinde herkes Almanlarda özel bir şeyler olduğunda fikir birliğindeydi. felsefeleri çok derindi, müzikleri daha gelişmişti, bilim adamları ve mühendisleri en iyisiydi.
Sosyal yaşam ve toplum üzerinde etkili olan dinin, özellikle Protestanlığın bir kolu olan Pietizm’in Alman toplumu üzerinde etkisi, bu toplumu diğer Avrupa Topluluklarından kesin olarak ayırmaktadır.
Otuz Yıl Savaşları'nın getirdiği süreç çatırdamakta olan Hiristiyan dünyasında mezhep fark etmeksizin insanları sofuluk aramaya yönlendirdi. Katolik olmasına rağmen Fransızların Protestanlar yanında savaşa girmesi dönem Avrupa'sında teolojik olarak bir çıkış noktası arayan halka siyasi emellerin dini çıkarlardan kimi zaman daha üstün olduğunu gösterdi. savaşların ardından geçen süreç zarfındaAydınlanma Çağı'nın da etkisiyle beraber dini inançlar toplum nezdinde zayıflamaya başladıkça çeşitli mezheplerin oluşumu da ona göre şekillendi, tıpkı Pietizm gibi ya da Pietizmin esinlendiği ve etkilendiği Püritenizm gibi.
Pietizm Püritenizm'in aksine daha kişiye yönelik bir akımdı. Püritenizm daha çok doktrine sahip "ne yapmalı?" sorusuna cevap ararken Pietizm ise "nasıl olmalı?" sorusuna yoğunlaşmıştı. Pietizmin etkin olduğu Almanya, İsviçre, Hollanda coğrafyalarında o dönem katolik-reforme edilmiş ve protestan kiliseler iç içe bulunurlarken, Püritenizm daha çok İngiltere'de etkindi; bir bakıma daha izole bir coğrafyada. Almanya, İsviçre, Hollanda vs gibi ülkelerde yaygınlaşmaya başlamış olan Luthercilik kendini Katolik ve reforme edilmiş kiliselerden soyutlar iken Pietistler Luthercilerden, reforme edilmiş kilise yanlılarından ve katolik kilisesinden etkilendiler, belki de bu sebepten ötürü ruha yöneldiler.
Püritenlerin açığa çıkması aslında Protestan reformların istedikleri etkiyi bırakmamasından da kaynaklanan bir durumdu, Kalvinist kökenliydi. Püritenlerin amaçları kiliseyi daha da reforme etmek idi. Piyetisler ise ruhen kurtuluş arayan insanlardı, onlar göre saflığa ulaşmak için kilisenin reforme edilmesi ya da edilmemesi çok önemli bir nokta değil; bireyin gönülden inanması ve bu sayede saflığa ulaşması idi.
Bu düşünce ile yola Almanya kesinlikle diğer toplumlara göre daha farklı olmasını sağladı. Hatta Katoliklerin ve Yahudilerin Almanya içerisinde çok daha az etkisinin olmasını sağladı. Daha sonra 18. ve 19. Yüzyılda kurulan üniversiteler, özellikle Göttingen, Halle, Berlin ve Bonn üniversiteleri modern eğitimi tanımlayan yerlerdi. İnsanlık ve bilim hem araştırılıp hem okutulurken, Harvard ve Oxford daha muhafazakar ve din merkezli eğitim veriyordu. Bu üniversitelerden mezun olan insanlar dünyada dini otoritenin rakibini araştırmanın yoluna gittiler.
Kurulan üniversitelerin sayısı 50’yı bulmuştu. Öğretiler antik çağın doğayı anlama üzerine yapmış olduğu bilimsel metotları içeriyordu. Dahası öğrencileri daha girişken yapmak için araştırmalar ve öğretiler iç içe geçmişti. Bu kütüphaneler, laboratuarlar ve yazılı kaynaklar ile desteklenen yeni bir araştırma kültürü ortaya çıkardı. Buluş yapmak için gerekli araçlar geniş çapta, kendi muhakemelerini yapacak öğrencilerin hizmetine sunuldu. Bu kişisel eğitim, geçmişin dini doktrinlerini bir kenara bırakarak, yüksek ahlaki kalitenin gelişmesine olanak sağladı. Almanya’nın 1830’dan itibaren ortaya attığı saf bilim ülkeyi çoğu alanda dünya lideri yaptı.
Daha derinden incelemek gerekirse “Alman Dehası” olarak kabul edilen bu düşünce, bu toplumun felsefe, din, matematik, sosyal bilimler ve sanat dünyasını yapmış oldukları derin katkılardır
Bu ilim ve düşünce özellikle o yıllarda Kant’tan sonra Pietizm’in laik şeklinin bulunması ile ortaya çıkmıştır. Almanlar özellikle 18. ve 20. yüzyıllar arasında çok sayıda, müthiş dahiler çıkarmıştır. Hiç şüphesiz İngiliz ve Fransız toplumlarından da dahilerin çıktığı görülmüştür ancak sayı olarak Almanlar üstündür.
Dahiler içinde belki de en önemli olanı eleştirel felsefenin babası olan Immanuel Kant’tır. O felsefedeki ilk ve temel misyonunun bilimi temellendirmek, daha sonra da ahlakın ve dinin rasyonelliğini savunmak olduğuna inanmıştır.(vikipedia) Almanlar gerçek ve anlamı araştırmak için insan zihnine inmeye öncülük etmiştir
Alman dehası sadece Kant’ın çalışmalarında değil Goethe’nin şiirlerinde, Herder’in ulusal tarih konusundaki ve Winckel­mann’ın arkeoloji ve tarih öncesi çalışmalarında da görülür.
Darwin’den çok önce, Almanlar dünyanın sonsuz değişken bir yer olduğunu göstermişlerdir. Daha sonra, Hegel, Marx, Nietzsche ve Freud biyoloji ve felsefeyi içine alacak teoriler geliştirmeye çalışmış ve değişen dünyayı tanımaya ve anlatmaya çalışmışlardır. Bu öznel bireyselliktir.
Ancak tarihin çarptırılması ve Milliyetçiliğin hastalıklı yüzü, iki değişik Almanya fikrinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Paralel olarak saf bilimin yanında agresif ulusalcılık iki değişik Almanya oluşmasını sağlamıştır. Bu fikrin oluşmasında eski Roma hukukunu ve yaşantısını inceleyen ve yorumlayan Theodor Mommsen, Heinrich von Sybel ve Heinrich von Treitschke gibi tarihçilerin payı büyüktür.
Ne yazık ki iki birbirinden farklı Almanya oluşmuş, ve hakimiyet için birbirleri ile rekabete girişmişlerdir. Biri son derece yüksek eğitimli, diğeri ham milliyetçi. Bismarck zamanında, Alfred Krupp tarafından liderlik edilen askeri hareket ön plana geçmiş, eğitimli olanlar kaybedeceklerini anlamış iç kültürel karamsarlığa çekilmişlerdir.
Adolf Hitler Almanya’nın bu muthiş Alman düşünce dehasına karşı bir düşman olarak yetişmiştir. Hitler kendisini büyük düşünür olarak tanıtmış, ancak başarısı zor bir zamanda geliştirmiş olduğu politik taktiklerden oluşmuştur. O Kant hakkında hiçbirşey bilmeyen toplulukları etkileyerek başarılı olmuştur. Hitler ve ekibi Alman Dehası markasını lekelemiş ve ülkeyi felakete süreklemişlerdir.
Savaştan sonra Nazi Almanya’sının yenilmesi ile Almanya iki blok olarak, Doğu ve Batı şeklinde bölünmüştür. Savaşın sonuçları Almanya için çok ağır olmuştur. Almanlar batıda 1949 yılında kilise ve işçi birliklerinin serbest bırakılıp, serbest kapitalist ekonomi sisteminin parlamenter demokrasi ile beraber uygulanmasıyla beraber hükümet üzerinde çok az söz hakkına sahip olmuşlardır. Doğu Almanya Stalin tarafından Rusya’nın uydusu haline getirilmiş, komunist lideri gene kendi tarafından seçilmiştir.
Almanya’nın savaş öncesi yapmış olduğu, özellikle sanayi alanında, buluşların bir kısmı üniversitelerce ve şatoların mahzenlerinde korunmuştur. Batı Almanya’nın hızlı ekonomik gelişimi neo-klasik ekonomi yaklaşımı ile başarılı olmuştur. Neolasik ekonomi yaklaşımı, fiyatların, üretimin ve gelirin pazarda oluşan arz talebe göre belirlenmesinden oluşur.
1946 yılında Batı Almanya nitelikli işgücüne ve ileri teknoloji seviyesine sahipti, ancak kapital stoğu tamamen tahrip edilmişti. Bu durum savaş sonrası üretim için engel teşkil ediyordu. İlk olarak 1948 yılında yapılan Reicksmark yerine Deutsche Mark kullanımına olanak veren yasa başını almış giden enflasyona son verdi. Ne yazık ki bu yasa 1950 yılında Postdam Konferansından sonra müttefik kuvvetlerin Almanya’dan çekilmesine kadar sağlıklı uygulanmadı, çünkü Amerikan ordusu ekonomin rehabilite edilmesine izin vermiyordu.
Alman ekonomisinin belkemiği olan çelik ve kömür endüstrisi 1957 yılına kadar Almanya’ya işletme yetkisi verilmedi. Büyük sermaye yatırımları, düşük tüketim ve sermaye yatırımlarının ufak çapta amortize gereksinimi 1950 lerde toparlanmayı getirdi. Yaşam standartları hızla yükseldi, alım gücü 1950 – 1960 arası %73 yükseldi. Fiziksel koşulların dışında Almanya’nın aşması gereken entelektüel zorluklarda söz konusuydu. Müttefikler çok değerli Alman değerlerine el koymuş, ve hem Almanya içinde hem de dışarıda Alman patentlerini müttefiklerin desteklediği şirketlerde ekonomik güç kazanmak için kullanmışlardı. Teslim olmadan hemen sonra ve takip eden 2 yıl boyunca Amerika Almanya’daki tüm patentler, teknik ve bilimsel know-how’ı toplamak için güçlü bir program yürüttü. Bu değerlerin 10 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Ne yazık ki devam eden 2 yıl boyunca hiçbir bilimsel araştırma yapılmasına da izin verilmedi. Çoğu kıymetli Alman araştırmacı ve bilim adamı Amerika ve Sovyetlerde çalışmak üzere gönderildi.
Hiç şüphesiz İkinci Dünya savaşından sonra büyük kalkınmada Marshall yardımının elbette etkisi vardır, ancak bu yardım Almanya’ya diğer Avrupa ülkeleri kadar kalkınma hızı vermemiştir. Kalkınmaya resmi olmayan destekçilerin etkisi büyük olmuştur, o dönemde Almanya’da 150.000 Amerikan askeri bulunmaktaydı ve bu askerlerin gelirleri dönem Markına göre dört katıydı.
Bu paralar Almanya içerisinde yiyecek içecek, lüks tüketim ürünleri ve eğlence için harcanıyordu. Bazı araştırmalar bu askerlerin zaman zaman 250.000’e kadar çıktığını göstermiştir. Ancak Almanya’nın yıllık olarak 2.4 Milyar dolar savaş tazminatı ödemesi kararlaştırılmışsa da yıllık gelirin 1.4 Milyar dolar olduğu hesaplanmış ve 1953 yılında bu miktarın 1.1 Milyar dolara indirilmesi kararlaştırılmıştır. Almanya son ödemeyi 1971 yılında yapmıştır.
1950-53 yılları arasında yapılan Kore Savaşı sunulan mallara kıtlık getirmiş ve bu Alman malına karşı oluşmuş antipatiyi yok etmiştir. Aynı zamanda Almanya’da çok nitelikli yetişmiş iş gücü hali hazırda bulunmaktaydı ve kısa zamanda ihracatını katlamasına yardımcı oldu. 1950ler 1960lar ve 1970 başları yakalanan ivme, uzun çalışma saatleri ve tam kapasite ile çalışma Almanya’nın iş gücü eksikliğini ortaya çıkardı, ve komşu ülkelerden misafir işçiler çağırılarak bu ekonomik hızlanmaya destek olunması sağlandı.
Konrad Adenauer'ın kabinesinde 1949 1963 yılları arasında ekonomi bakanlığı yapan, daha sonra da Başbakan olan Ludwig Erhards, Alman ekonomi mücizesinin mimarı olarak görülür. Ekonomik mücizeden sonra Batı Almanya Avrupa’nın en zengin ekonomisi haline gelmiştir. Başbakan Konrad Adenaer önderliğinde Fransa, Amerika ve İsrail ile olan ilişkiler yeniden kurulmuş ve Nato üyesi olmuştur. 1990 yılında çöken Doğu Almanya rejimi Batı Almanya’ya katılmıştır.
Alman yönetim kültürünün yüzyıllar içinde geliştiği ancak kurulumunun İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluştuğu iddia edilmektedir. Evet temelleri ortaçağda oluşturulan ticaret geleneklerine oturur, ancak aynı zamanda için gelecekten parçalarda bulundurur. Luther’in Kant’ın ve diğer kişilerin bu kültür üzerinde, özellikle üretim, teknoloji ve sosyal yaşam üzerindeki etkileri yadsınamaz.
Alman rekabeti dikkatli ancak yıkıcı değildir, örnek olarak aynı pazarda yer alan BMW ve Mercedes gibi firmalar için Pazarpayı Pazar hakimiyetinden daha önemlidir. Fiyat rekabetinden ziyade sundukları ürün ve hizmette mükemmelliği hedeflerler. Fiyat rekabeti sadece çelik yada kimyasalların bulunduğu toptan sektörlerde nadir olarak görülür.
Alman yöneticiler yoğun olarak iki amaçları vardır, ürün kalitesi ve ürün hizmeti. En iyi olmak isterler. Yönetici ve takımı ürüne yönelik çalışır. Çoğu yüksek seviyedeki Alman yöneticisi üretim hattını ve çıkan ürünü iyi bilir. Kağıt üzerindeki finansal verilerden ziyade fabrika daki üretim teknikleri daha çok ilgilerini çeker. İşçiler ile yakın ilişkiler kurarlar, onlara göre iyi bir ürün çıkarmak için bu esastır.
Alman yöneticileri devlet standartları ve yönetmeliklerine son derece duyarlıdır. Tüm ürünler normlara dayanmalıdır, the German Industrial Norms (Deutsche Industrie Normen--DIN) —devlet ve endüstri tarafından ortaklaşa belirlenir. Bu normlar ve çalışma biçimi Alman Yöneticilerin çalışma bilincini yönlendirir.
Alman yönetim tarzı muhalefeti içermez. Kesin ve açık tehdit olmadıkça ne hükümet, ne sendikalar ne de ticaret birlikleri muhalif bir tutum izler. Muhalif durumlar toplantılarda ya da dosthane ortamlarda bağlanır. Almanya’da GDP’ye oranla Amerika’dakinin 3te biri oranında avukat olması şaşırtıcı değildir.
Alman yöneticileri ağırlıklı olarak mühendis ve teknisyenlerden oluşur. Kariyerleri boyunca tek şirkette çalışırlar. Şirketin ya da departmanlarının performasının onların kariyeri üzerine olacak etkisi konusunda endişe taşımazlar.
Alman vergi sistemi uzun dönem planlamayı teşvik eder, şöyleki vergi düzenlemeleri ve muhasebe uygulamaları yüksek miktarda kaynakları tutmayı destekler. Bir menkul ancak 6 ay sonra ya da bir gayrimenkul 2 yıl sonra vergi değeri kazanır.
Yönetim bilimi Almanya’da 1980’lerin başına kadar ayrı bir dal olarak hiç görülmedi ve okutulmadı. Almanlar İşletme Biliminin bencillik, vefasızlık, kısa dönemli düşünme getirmesi, ve en kötüsü kalite odaklı üretimi tehlikeye atacağını düşünmeleri sebebiyle uzun süre benimseyemediler. Bu tarihten sonra kurulan okullar geleneksel Alman yönetim mantığını okutmaya başladılar.
Özet olarak son dönemde, Alman Yönetici tarzı olarak, işbirlikçi, tarafların katılımını sağlayan, ihracat odaklı, bir şirkete ve onun amaçlarına uzun süre bağlı kalan şeklinde özetlenebilir. Geleneksel olma daha yaygındır, ancak global ekonomilerden oluşan rekabet sebebiyle değişime de çabuk ayak uydururlar.
Mühendislik, tıp, hukuk, vb; hangi meslekten olursa olsunlar, son derece iyi yetişmişlerdir ve mesleklerine hakimdirler. önlerine yapamayacakları bir iş geldiğinde bunu mutlaka söylerler. Türklere has savsaklama ya da mazeret uydurma mantığı onlarda kesinlikle yoktur. Disiplin ve itaat davranışı adeta dna'larına işlemiştir.
Sosyal yaşantı olarak baktığımız zaman tatil kavramı onlar için çok önemlidir. Tüm sene kesintisiz çalışırlar ve “urlaub” tatil zamanı geldiği zaman dünyanın öbür ucunda dahi olsa tatillerini yapmak için yola çıkarlar. Tatilleri genelde hayli uzun 3 ile 6 hafta sürer.
Kesinlikle sosyal yaşam içerisindeki kurallara riayet ederler, sorgulamazlar ve ihlal etmezler. Kinayeden pek anlamazlar, ve herşeyi dürüst bir şekilde açıklamanızı beklerler. Yabancıların en çok yaşadığı ülke olduğu için yabancılar en çokda kaynaşmış onlardır. Sosyal ortamlarda çok rahattırlar.
Türklerin aksine yalnız vakit geçirmekten keyif alırlar. Aileleri yarım saatlik mesafede bile olsa ziyaret oranı düşüktür. Sadece önemli günlerde, yılbaşı gibi, ailece toplanılır.- arkadaş çevresi ve ilişki düzeylerinde pek bir katıdır. Herkesle aynı düzeyde yakınlaşmazlar. Şayet bir alman sizi evine davet ettiyse, tüm iradenizden vazgeçip ona teslim olmanız gerekmektedir. Çünkü alman size zaman ayırmış ve size ayırdığı bu zaman boyunca güzel vakit geçirmeyi hedeflemiştir.
Hayır cevabından kesinlikle kırılmazlar, çünkü gerçekçi olmayan durumların kendilerini geliştirememelerine neden olacağını bilirler. Türkler kültürel açıdan dolaylıdır, birşeyi dolaylı yoldan anlatmanın en ağdalı ve "nazik" yolunu bulmaya çalışırlar. Almanlar ise bunun tam tersidir. herşeyi doğrudan söylemek gibi çok faydalı bir huyu vardır
Maalesef ki, ki belki bunda da kısmen haklılıar doğululara karşı belirgin bir güvensizlik hakimdir. Bu güvensizlik hem "beceremezler" bağlamında, hem de doğuluları potansiyel dolandırıcı görmeleri yüzündendir. Ancak, mesleğinizde başarılı olup bunu ispatlarsanız size saygı duyarlar ve güvenmeye başlarlar.
Almanların, özellikle kırsal bölgelerde yaşayanların robotikleşmiş bir yaşantıları vardır.Sabahin 6 sinda kalkip ise gidip,aksam 5'de cikip 9 veya 10 civari yatip, saat 7 itibariyle sokakta kimseyi gormenin mumkum olmadigi ortamlar mevcuttur.
Almanların en çok imtina ettikleri şey sey plansiz is yapmaktır. Örnek olarak halk otobuslerinde ve insanlarin cogunlukla inecekleri duraktan, otobuste ise en az 2-3 dakika, trende ise 7-10 dakika erken kapinin onune gelerek, beklemeye başlarlar. Şehirler arasi calisan hizli trenlerdeki almanlar zaman zaman 20 dakika erkenden toparlanip, kapinin onunde bekleşirler.
Çocuklarına hayatın her alanında belli bir disiplin vererek yetişkinliğe hazırlarlar. çocuklar eve gidip, kendi odalarını toplar ve temizlerlerdi. herkes kendi dağınıklığından çocuk da olsa sorumluydu. herkesin kendi davranışlarından, seçimlerinden sorumlu olması onları aslında özgür kılıyordu. gençliklerinde de bu nedenle onların tercihlerine müdahale edilmiyordu. Şimdi o insanlar yetişkin oldu ve evlendi. eşleriyle ilişkileri çok güzel çünkü yaşamı paylaşmayı öğrendiler ve bunu sindirdikleri için bu paylaşım onlara batmıyor çocuklarına sorumluluk verirken, belli bir yaşta onların hayatına karışmamayı da biliyorlar ve geri çekiliyorlar.(Ekşisözlük)
Evet Alman toplumunun, aslında sahip olduğu kültürel özellikler onların diğer toplumlara karşı daha başarılı olmasını sağlamıştır. Batı toplumlarında başarı daha fazlasına sahip olmak iken, doğu toplumlarında kaanatkarlık bir erdem sayıldığı için fazlasını istemek aç gözlülük olarak algılanır. Türkler ağırlıklı olarak etkilendikleri İslam Kültürü, 1980’den sonra yaşadığı değişimle bu felsefeyi sorgulamaya başlamıştır. Türkler Çin medeniyetinden fazla etkilenmemişler ancak Anadolu’ya gelmeleri ile beraber İslam kültüründen hayli etkilenmişlerdir. Bunun nedeni Türklerin İslam’ı din olarak seçmeleridir.
İslamiyet öncesi Türkler göçebe olarak yaşadıkları bu dönemde liderlik ve bireysel başarı ön plandadır. Dayanıklılık, cesaret ve gözüpeklik kişisel niteliklerdir. İslamiyet sonrası Türk Kültürü oldukça değişiklik göstermiştir. İslama göre başarı yerde değil gökte, kişisel kapasitede değil, Allah’ın takdirinde aranmıştır. Başarı ilahi yardım almadadır. Bu dönemdeki yaşam dini kurallara uygun olarak yapılmıştır.
“Ben zaferle değil seferle yükümlüyüm. Zafer benim elimde değil Allah’ın takdirindedir” Gazneli Mahmut
Maalesef ki dini kuralların katılığı sebebiyle, Türk İnsanında kurallara uymama, ve kendi çözümlerini üretme bu dönemde başlamıştır.
Osmanlıda devlet adamı yetiştirmek için Enderun mektebleri vardı. Eğitim alacaklar padişah tarafından seçilir, seçilenler öğretmenlerden çeşitli dersler alırlar ve türk- islam kültürüyle eğitilirlerdi. Buradaki yedi yıllık eğitimde devşirmelere çeşitli beceriler de kazandırılırdı. Enderun uzun süre osmanlı devleti'ne bürokrat, komutan ve sanatçı yetiştiren bir okul olmuştur. 14-15 yaşındaki gençlerin bir yanda edebiyat, biraz arapça-farsça, kuran ilimleri, hüsnühat ve özellikle spor dışında ama ön planda hizmet ederek sarayın yaşam kurallarını öğrendikleri görülür
Enderûndan sadrazamlar, kaptan paşalar, yeniçeri ağaları, eyalet valileri, sancak beyleri, daha başka hizmetler için ünlü kişiler, ayrıca şairler, edipler, ressamlar, mimarlar, müzikçiler, tarihçiler, fen ve matematik bilginleri (ve öğretmenleri) ve daha bunlar gibi medresenin yetiştirmediği bilginler de yetişmiştir. Ancak aldıkları eğitimin temeli gene İslam Dini’nin öğretileri olmuştur.
Gene aynı döneminde en yaygın eğitim merkezleri ise tarikatlardı ve bu organizasyonlarda dini temel alarak yaşayarak öğrenme esas alınmıştır. Dünyevi başarı red edilmiş, manevi başarı idealize edilmiştir.
Tanzimat ile beraber Batılılaşma hareketi ile beraber bir başka medeniyetin etkisinde kalınmış ve Cumhuriyet’in kurulması bu etkiyi desteklemiştir. Ancak Türkler her zaman bu iki medeniyet, doğu ve batı arasında sıkışıp kalmışlardır.
Türkler ancak ve ancak 1980 yılından sonra yapılan hareketlerle, özellikle kitle iletişim cihazlarının artması ile, ruhsal durumlarından ziyade mesleki kariyerlerine yatırım yapmaya başlamışlardır.
Maalesef ki iş dünyasında Türk üsülu çalışma diye bir olgu vardır.
Türk insanı kurallara uymaz anlık manevralar yapar. Kurallara uymak yerine İslam kültürünün katılığından ve şerrinden kaçmayı alışkanlık haline getirdiği için, her işin kolaydan yapma yolunu ararlar. Türklerde dündür bugün bügündür mantığı hakim olup her duruma hızlı uyum sağlar ve esneklik gösterirler.
Türklerin homojen bir kültürü vardır. İş yapmak, iletişim içerisine girmek nispeten Almanlara göre çok daha kolaydır. Ancak çalışırken uluslararası standartlar ya da geleneklerden ziyade kendi tarzları vardır, ve sizinde bu tarz içerisinde hareket etmenizi isterler. Çok gururludurlar ve eleştirilmekten pek hoşlanmazlar.
Türkiye’de, Almanya’da devletin tersine, iş hayatına aile şirketleri ya da güçlü gruplar hakimdir. İş yapmadan önce iş ortağının hangi gruba ya da düşünceye sahip olduğunu anlamakta fayda vardır, aksi halde vaktinizi fazlasıyla boşuna harcarsınız.
Hemşehri olmak sosyal başarıda çok çok önemli bir rol oynar. Türkler bireysel çalışamazlar, grup bazlı çalışmaları severler. Bireysel tercihler genelde yapılmaz, tercih yaparlarken mutlaka aile büyüklerine danışılır, bilgileri alınır. Grubun bir parçası olmak, grubun normlarını benimsemek, ve onları devam ettirmek Türkler için çok önemlidir.
Türkler genellikle tanıdıkları ve hoşlandıkları insanlar ile iş yaparlar. Düzgün sağlıklı işleyen iş ilişkisi kurmak yıllar alır. İşin ana kısmından ziyade detaylarını konuşmayı severler. İlişki kurmayan kişi ya da firmalar ile ilişkilerini devam ettirmezler. Şirketteki kontak kişisinin değişmesi tüm ilişkilerin yeniden düzenlemesini gerektirir.
Ancak ne zaman ki Türkler ile kuvvetli ilişkiler kurulursa, güçlü bir ağın içerisine girilir. Üçüncü kişiler ile ilişkiler önemlidir, Türkler genelde tanımadıkları, kendi çevreleri ya da akrabalarının dışındaki bu kişilere güvenmezlerde.
Kişilere statüsü ya da yaşı bakımından saygı gösterilir. Türklere yaklaşırken sabırlı, esnek ve aşırı sosyal olunmalıdır.
Üst düzey yöneticiler birkaç yabancı dil konuşur, ancak genel olarak toplum arasında yabancı dil bilgisi yetersizdir. Türkler konuşmalarında kısaltmaları sevmez, genelde de kişilere hitap ederken başlarına Bey, Hanım gibi hitap kişileri koyarlar. Doktor, Pröfesör gibi başlıklar onlar için çok önemlidir, ve çok saygı gösterirler. Türklere ilk tanışmada ilk adıyla hitap etmek büyük saygısızlıktır.
Gururlu oldukları için sert ve yüksek sesli konuşmayı severler. Duygularını ya da ifadelerini vurgulamak için seslerini yükseltirler. Görüşmeler yakın ve yüzyüze yapılır. Uzak durmak, yakınlık kurmamak saygısızlık olarak algılanır. Sessiz kalmakta saygısızlık olarak algılanabilir. Jestler ve vücut dili müthiş zengindir. Vücüda özellikle tanışırken temas çok önemlidir, omuza dokunma ya da yanaklardan öpme güven verme belirtisidir.
Toplantı ya da iş ilişkisine girmeden kişiler ile birkaç hafta öncesinden münasebete girmek çok faydalıdır, çünkü kişiler birbirini tanır. Genelde toplantılara çok geç başlarken,katılımcıların tam zamanında başlamasını ya da katılmasını beklerler.
Ayaküstü konuşmalara, ki bunlar bazen saatler sürebilir, bayılırlar. Espriler ve şakalar onlar için önemlidir. Bilgi kendi aralarında nadir olarak paylaşılır, Türkler bilgiyi paylaşmamanın avantaj olduğunu düşünürler. Hatta Türkler hakkında istatistik ya da data bulmakta zordur.
İş ilişkileri yavaş ve kesik kesik olur. Kararlar ofislerden ziyade iş yemekleri sırasında alınır. Bu toplantılar sırasında sakin, sabırlı ve kopmaların olacağından haberdar olmakta fayda vardır.
Türklerin çalışma hayatı aslında çok renklidir. Hedeflere varmaktan ziyade, o hedefe gitmek için çok çeşitli aksiyonlar gösterirler. Bütünsel olarak yaklaşmaktan çok, konu başlıkları arasında defalarca gidip gelirler. Tek renkli kültürlerden gelenler, örnek olarak Almanya gibi, bu durum çok can sıkıcıdır.
Ne yazık ki, bu hızlı karar alamama ve alternatifler arasında kaybolma, ülkenin gelişememesine de katkı sağlar.
Türkler pazarlığı severler, pazarlık sırasında çok iş yapmayı hedeflerler, ve bir şey alamazlarsa görüşmeleri bitirirler. Karşıdan teklif beklerler, ve bu teklifin ciddi indirim içermesini beklerler.
Topluluğa ait oldukları için, nadir olarak insiyatif alırlar. Sıkıştıkları durumda müdürleri ya da büyüklerinin onayını almak isterler. Kesinlikle zorlamayı ya da baskıyı sevmezler. Karar kesinlikle hiyerarşik olarak alınır. Telefon etmeden önde dahi fikir alınır.
Türkler konuları ve olayları abartmayı severler, ve bu konuları abartırken hayli duygusal olurlar, özellikle futbol müsabakalarında.
Türkiye’deki çoğu işletme aile işletmesidir, ve karar alınması çok uzun sürer. Karar vericiler yaşlılar ya da üst yönetimdir, biraraya gelip karar almaları hayli uzun sürer. Karar vericiler insiyatifi çok zor dağıtırlar.
Normal olarak dünyada insanlar karar alırken, evrensel kuralları ya da spesifikasyonları takip ederler, Türkler kesinlikle ya büyüklerine danışır ya da kendileri yeni yöntemler belirlerler ve bu uzun sürer. Kontratlar yazılı anlaşmalar Türkler için formalitedir, onlar için ilişkiler önemlidir.
Türkler ihmalci iken, Almanlar önlemcidir. Almanlar işleri kendileri yapar, Türkler tanıdıkları ile. Türkler plansız metotsuzdur, Almanlar kesinlikle planlıdır. Türklerde iş bilgisi azdır, ya da herşeyi bilmeye çalışırlar, Almanlar bir konuda mutlaka uzmandır. Türkler günü kurtarırken, Almanlar mükemmeliyetçilik peşindedir. Almanlar proaktif değildir, hızlı hareket edemezler, Türkler saniye de fikir değiştirir. Türkler lokal düşünür ve çalışır, Almanlar global düşünür ve çalışır.
Kısa vadeli düşününce menfaatler uzun vadeli düşününce dürüstlük ortaya çıkar.
Atatürk dönemi ile beraber aydınlanma çalışmaları başlamış, özellikle sosyal hayatta çok önemli reformlar yapılmıştır. Ancak geçtiğimiz son 30 yılda olan ekonomik krizler halkın fakirleşmesine, iyi eğitim alamamasına yol açmıştır. Türk toplumu üzerinde geçmişte oluşan İslami davranış alışkanlıkları ve batı çalışma kültürü yer etmiş ve bunu sentezlemiştir.

0 yorum:

Yorum Gönder